Fotoğraf: Umay Umay

16 Mayıs 2011 Pazartesi

FUNERAL

İçimde barındırdıklarımdan nefes alamazken içime aldıklarımdan bu kadar habersiz kalışıma şaşırdım ilk kez. Yatağımdaki üç beş damla silemediğim kana kayarken gözlerim trilyon kez kırmızı mürekkeple yazılmış mektupları çöpe attı yakın arkadaşlarım.
Yakın arkadaşlarım…
Yatağımda bile yakın arkadaşlarım.
Dudağınıza eminim gelecektir başkalarında bıraktığım tadım. Yakın demiştim değil mi? Durmayın evet, gözünüzü kırpmadan yakın, arkadaşlarım. Bugün günlerden hiç değil benim de adım var. Çişimi yapmaya gittiğimde bir de hamamböceği öldürdüm. Klozete atıp şifonu çektim. Hayırsız bir Cuma günü çilek reçelime pulbiber dökmek için çalacak mısınız kapımı, hep gülen suratımı görünce somurtan güzel yüzlü adamlarım?
Hayatında sadece dört erkek tanımış bir kadın olmaya özendim bugün. Tırnaklarımı silsem, gözlerimi boyamasam, dudaklarım da kanamasa olabilirdim, kim olabilirdi? Bu benim tasarımım mıydı? Ben artık kocaman bir kadın mıydım? Kendimi dörtle çarptım. Matematiğim iyi olsa, yine kadın olurdum. Sadece zengin bir kadın… Dünya kadar fahişe bir sabaha yüzyıllardır ağlayamayan gözlerimi açarken gecesi hep bir dal otla kapanan akşamlar yaşanıyor hâlâ. Gülümsemeler gülümsemeler. Hatta dozu kaçan kahkahalar. ‘’Ağlayacaksın, bunlar daha iyi günlerin’’ diye bakan yeşili toprağa gömen gözlerinin rengini dahi bilmediğim insanların parmaklarının arasına saklıyorum ağlatılmaya fazlaca müsait gözbebeklerimi.
Beni artık ne ağlatabilirdi? Tanımadığım bir şehirde esmer bir çocuk mu, seviştiklerime kendini düzdüren şiirimin kadınları mı? Saçlarım çok kısa, gitti herkes. Saçlarıma ağladım. Üç kere öptüm iltihaplı dudaklardan. Sabah 7de gitti. İki yüz-lü yirmi yaşlı hikayemin yarısını karaladım. Ve bir daha altıda hiç çalmadı telefonum. Ait olmadığım bir yerde kaderimin aynası esmer bir kadına ağladı sonra gözlerim. Bira çok köpürdü, biz çok seviştik. Herkes hâlâ yaşıyordu. Ve bizim tek isteğimiz de buydu. Yaşamak.Dudağına kırmızıyı yakıştıran ve orospu bile olamamış bir kırmızıyla aldatılan iki kadının tersten yakılmış sigaraya benzeyen hikayesi sadece bu. Elbisemizin vücudumuza, ruhumuza en uzak yerindeydi fermuar. Sırtımızda. Güldüler bize. Sever gibi, aşık olur gibi, gider gibi, kalır gibi, dalga geçer gibi, dalga sarar gibi.. Artarda içilen sigaralarımızı sorgulayan gözler, izmarit çiğnemeye alışmış kamera bile girmiş midelerimizin neler yediğini tahmin edemezler. Ne yalanlar içtiğimizi düşlerinde bile göremezler. Midem bulanıyor diyorum, doktor tersini söylüyor. Duygu durum bozukluğuymuş diyorlar. Bozulmayan neyim kaldı diyorum. Babam yüzüme bakmıyor. Hâlâ mutlu tek kelime yazamıyorum. Gülseren de yazamıyor. Renkli gözlerden midemiz bulanıyor, akabinde sevişirken şefkat yutuyoruz kimimiz. Düzinelerce orgazmın ardında hâlâ titreyen bacaklarımız var. Eeh yeter, içimizi s.ktiler diyorum, kimse mi anlamıyor?! Hâlâ ağzımda birlikte aldığımız nefes. Rakı bile içemiyorum, mavi masalı bir meyhanede. ‘’Dün gece’’ diye bağırıp sonunu getiremediğim cümleyi unutmuş olman üzüyor en çok beni. Seni istiklal caddesi kadar bile sevmiyorum artık. Beni en son öpüşünle, onu tekrar görüşün arasında.. Artık unutmak istiyorum. ‘Unutmak büyümektir’ diye fısıldadım kulağına el ele uyurken. İki yakası bir araya gelmeyen o şehrin bir yakası uyku düzenimi de bozdu, diğer yakası da ne gariptir ki uykusuzluğuma ortak oldu. ‘’Hey genç adam sanırım artık yüz yüze bakmamalıyız yoksa içim daha çok parçalanacak’’ diye arkasından bağırmak istediğim bu akşam, doğmamış okyanusumun bir kez daha ölebileceğini hatırladım. Bu yüzden ağız dolusu sustum. Şefkatten dibine kadar yoksun orgazmların hiçbir tarihte adam olamayacak oğlan çocuklarını iğrendiğim tüm iyelik ekleriyle, emir kipleriyle içime çekerken, yine içimden fısıldadım ‘’sevdiğim kadar sevilebileydim’’ diye. Sadece içim yine içim hıçkırdı hıçkırdı, kekeme bir kumarbaz edasıyla.
Biz hiç susmadık aslında. Benim gözlerim söyledi sana. Sonra hiçbir zaman bulamayacağım o evde uyuyuşumuz geldi. Kustum, tükürdüm. Öptüm. İnanmak neydi unuttum sonra. Benim tek yüzüğüm babamın yaş günü hediyesi olacaktı. Kabullendim. Yaş günü. Kötü çocukların günü, gözümün bana lanet ettiği gün yaş günü. Neye üzüldüğümü bile bilmiyorum. Adımı hatırlamıyorsun. Seni utandırmak istemiyorum ama kasığımdan yediğin iki tokatla kendine gelemeyeceksin biliyorum. İç kanamalı bir şizofren oluşumu önemsemeden gireceksin yine içime. Belki adı değişecek bu şeyin ama uykusuzluğumu kim unutturabilir ki bana? Hadi yaramın tadına bak dilinle. Ben sadece omzumdan gelen kokuyu unutmak istedim. Boş ver, şarkı söyle. Anlatacak bir şeyim olsun benim de.
Babamdan utanmadan babamın hediye ettiği bir kalemle yazmadım, kazıdım bakire mahcubiyetinden bilmem kaç mil uzaklığındaki yazılarımı. Bir ömür biçtiler, bir gurbet verdiler. Yabancı gözlerin çekirdek çitleyen bakışlarla izlediği göz altı morluklarım ne van Gogh eseriydi ne de başka bir şey. Ben sadece yaşamıştım hem de onların ‘ibne’ dediği bir şehirde. Evet yaşamıştım onların bugün çizilmiş kaderini, daha doğmadan kürtaj masasında  annemin rakıya aşık yüreğinin masmavi rengiyle. Utanmadım bu gece ışığı açtım. Yaralarımı görür müsün, görmezden gelip geleceği tanrının kalemiyle o an yazar mısın, bilemem. Elmalı turtayı severken çiğneyip çiğneyip yutmadan tükürür müsün, soramam. Ta arka masadan gülüşlerinin en çocuk yanına sarılırım, lanetler okumamaya gayret ederek.. 

Gülseren Aydın- Duygu Karacan
http://gulserenaydin.blogspot.com

2 yorum:

bir şey diyeceğim